25 Ağustos 2012 Cumartesi

ARABA MACERASI

Burada arabasiz olmak eger alisverise ozellikle de market alisverisine gideceksen "Kabus" gibi.

Bundan yaklasik 7 yil once buna benzer bir Ingiltere - Cambridge maceramiz var bizim. Tan 3,5 yasindaydi, Kemal yine benzer bir proje icin Cambridge gitmisti 6  ay icin. Ben ve Tan 1 ay ara ile 2 ayı orada geçirmiştik. Yüz yıl önce inşa edilmiş küçücük sevimli ve her ihtiyacımızı gören  bir evde kalmıştık. Tabi İngiltere de araba sürmeyi aklımızdan bile geçirmedik. malum trafik diğer yönden akıyor. Zaten kısa da kalaağımızdan toplu taşıma kullandık, ama ne hallerde..:)
Cambridge de toplu taşıma otobüslerle yapılıyordu ve evimiz duraklara yaklaşık 600-700 metre kadar uzaktı. Günlük market vs alışverişini sırt çantası ile taşımaya alışmıştım ama bazen Tan  otobüste uyuya kalıyordu. Kucağımda Tan, sırtımda çanta eve kadar gitmek bayağı maceralı oluyordu hele bir de Tan ın yanından ayırmak istemediği bisikleti  varsa... Çoğu zaman bisikleti otobüsten indiğimiz yerde, yol kenarına çimenlerin arasına bırakıveriyorduk, eve gidince Kemal'e telefon edip gelirken duraktan Tan'ın bisikletini almasını söylüyorduk o da alıp getiriyordu. İlginç bir yer Cambridge. Dünyaya yön veren bilim insanlarını yetiştiren üniversite o şehirde,  çok kalabalık olması lazım ama görünmüyordu  o öğrenciler, sakin, yavaş, dingin... şehir. Hiç bir şeyin yeri değişmiyordu şehirde. Bir keresinde Tan yolda yürürken bir yandan da elindeki su şişesini atıp tutuyordu,  fazla atmış olmalı ki dikenlerin arasında kaldı alamadık. Yoldan her geçişimizde utandık onu oraya biz attık diye ve döndük Adana ya. 2. kez Cambridge gittiğimizde aradan 1 ay geçmiş olmasına rağmen o şişe hala orada duruyordu ve benim utancım bir kat daha arttı. ne yapıp edip aldım o şişeyi .....
Neyse Tan'ın Cambridge günlerinden bir fotograf ile kapatayım bu konuyu


Gelelim Buradaki Araba Sevdamıza

Aslında o kadar da gerekli değil gibi geldi bana önce, "Ne güzel Max ile her yere gidiyoruz işte" dedim. Ama "Özellikle haftasonları çevreyi gezmek için araba şart" dedi Kemal. Daha sonra ben de market alışverişini taşırken fikrimi değiştirdim.:)

Araba almak o kadar kolay değil tabi, bana kalsa hemen ilk baktığımız Ford Escape' i alırdım ama Kemal beni bir kez daha şaşırtarak çok ince eleyip sık dokudu bu sefer.

Önce leasing yapalım dedik, en az 2 yıl süre ile leasing sözleşmesi yapıyorlarmış olmadı.
Yeni yani sıfır Km araba almak da hiç ama hiç mantıklı olmayacağından 2. el araba bakmaya başladık. Ama ne bakmak...
Bir yandan Tan önünde bilgisayar bütün  galerileri taraıyor, bir yandan Kemal etraftan, iş arkadaşlarından bilgi topluyor, bir yandan da Nehir ve ben model beğeniyoruz.

Ortak fikrimiz, SUV dedikleri tipte (jip ile otomobil arası boyutlarda)  mümkünse Türkiye de süremeyeceğimiz yani Türkiye de olmayan bir model ve bütçemizi aşmayacak fiyatta , mesela Nissan Pathfinder, Toyota Highlander, Ford Escape, Honda Pilot...

Bütün galerileri belirledik. Beaverton ve Hillsboro da gitmediğimiz galeri kalmadı. Toyota, Ford, Honda hepsine bir kaç kez gittik. Her seferinde bize bir araba önerdiler çoğunu beğenmedik. Bu arada Tan sürekli  " Mustang" alalım diye baskı yapmaya başladı. her gittiğimiz yerde belirleriğimiz fiyata yakın Mustang leri bulup " buna hayır diyemezseniz" diyerek ajitasyon yapmayı sürdürdü.

Sanırım Hillsboro ve Beavarton Toyota, Honda bayiileri biz artık ezberlediler. O kadar çok haşır neşir olduk ki mesela en sonunda bize araba satmayı başaran Ron'ın Nehir yaşında bir kızı olduğunu, ama hiç kız çocuk gibi olmadığını, pembe renkten nefret ettiği, genellikle erkek çocuklarala arkadaşlık ettiğini, babasına trafik ışıklarında "Kırmızı da dur, sarıda daha hızlı sür, yeşilde durma geç " dediğini biliyoruz.

Diğer satış danışmanı  Jeff'in de 1 yaşında kızı olduğunu, Jeff'in kızkardeşinin düğününde ' Flower Girl' olduğunu biliyoruz. 

Sonuç olarak bu kadar uğraşmaya değdi mi derseniz.... değdi.
Aşağıdaki Toyota Highlander'ı aldık.
Ve ben otomotik araç kullanmanın araba sürmeyi ne kadar da keyifli hale getirdiğini anlayıverdim.
bakalım dönüşte ne olacak

Araba alana kadar ehliyetlerimiz hazır olsun dedik ve ehliyet almak için Hilssboro DMV nin yolunu tuttuk.Türkiye de kullandığımız ehliyetimiz elbette geçerli ama burada uzun süre yaşayacaksan ve bir adresin de varsa yani evin varsa Oregon da geçerli ehliyetin olmak zorunda. Bu sadece bizim gibi yabancılar için değil başka bir eyaletten Oregon ataşınan ABD vatandaşları için de bir zorunluluk.

Önce teorik bilgilerini ölçmek için test sınava giriliyor sonra da sürüş testine çıkılıyor.
Test sınavını ilk girişimde geçtim. Ne var bunda, kaç yıllık şöförsün demeyin.  Kemal geçemedi...:) 2. girişinde geçti.

Sonra da sürüş sınavı için tarih verdiler, burası yavaş bir eyalet tam 3 hafta sonraya..... ve 13 Ağustos ta girdik sınava, bu sefer ikimiz de geçtik ancak Kemal 'in ehlieti geldi posta ile benimki hala yok...
bakalım  ne zaman....

PORTLAND- Biraz ordan- biraz burdan

Porland, Türkiye'ye göre dünyanın  "diğer  yanı" aramızdaki saat farkı tam 10 saat. ABD nin en yeşil ve en çevreci eyaletlerinden birisi. Şehri  ikiye ayıran kocaman bir nehir geçiyor orta yerinden, "Villamette". Ve bu nehiri besleyen bir sürü küçük derecikler "creek" denilen göletler oluşturarak neredeyse bütün Portland'ı sulak bir arazi haline getirmişler. O kadar çok "creek" ile biten yer adı varki... Beavertoncreek, Roccreek... ama hava harika, hiç nem yok, hiç toz da yok...O kadar su birikintisine rağmen hiç sinek vs de yok. Bizim site yönetiminde çalışan Michelle "Bu suları nasıl kimyasal katıyorlar da hiç sinek yok ?" diye sordum. O da bana "creekler üzerindeki köprülerin ne kadar dar olduklarını görüyor musun, burası çok çevreci bir eyalet, çevreye az zarar vermek için köprüleri küçücük ve daracık yapıyorlar, sulara asla bir şey katılmaz, iklim böyle.." dedi. Nasıl oluyor bilmiyorum ama şimdiye kadar hiç ilaçlama yapıldığını görmedim. en azından bizim evin arkasındaki creekte.


Yukarıdaki fotograf bizim balkondan gördüğümüz manzara. Evet bizim evimizin arka tarafında da bir creek var.  Üzeri ördeklerle dolu kenarları da böğürtlen... Akşamları Nehir ve Tan ile kısa yürüyüş yapıp böğürtlen topluyoruz. Geçenlerde yoldan geçen ve sonradan postacı olduğunu öğrendiğimiz bir bey " Are these ready?"  diye sordu. Yani "olgunlaşmışlar mı" diye. Biz de kendisine topladıklarımızdan ikram ettik:) ve adam bize her akşam bu yoldan geçtiğini, böğürtlenleri çok sevdiğini, olgunlaşmalarını dörtgözle beklediğini söyledi. Nehir  her söylediğini bana tercüme ettirdi ve sonunda "Anne çok seviyorsa neden toplayıp yememiş, biz vermesek bilemeyecek miydi tadını?" diye haklı bir soru sordu. :)




15 yıl önce bir süre yaşadığım New York ile karşılaştırdığımda, burası  daha küçük bir şehir, daha sakin, daha "yavaş" ama  insanlar daha içten, daha samimi  daha  arkadaş canlısı.

Mesela durakta Max beklerken diğer bekleyenlerle derin bir sohbete dalmak hiç de uzun zaman almıyor. Restoranda yemek yerken, mağazada alışiveriş yaparken birisi fikrini soruveriyor ya da alışveriş sepetinde gördükleri bir ürünü daha ucuza başka bir yerden almışlarsa hemen uyarıveriyorlar. Yaklaşık 1,5 aydır burdayız ve yukarıda yazdığım durumlarla birden çok kez karşılaştık. Insanlar diğerleri ile iletişim kurmaktan kaçınmıyorlar, hemen gülümseyip sohbet etmeye çalışıyorlar. Evet sanırım burada insanlar daha sahici:)

Bir kaç gün önce Whole Food adlı markette alışveriş yaparken marketin ilan tahtasında müşterilerin öneri ve şikayetlerini yazıp astıklarını gördüm. Biraz göz gezdirdim. Bir kişi market çalışanlarının hiç saygılı olmadığını yazmış. "Alışveriş yaparken hiç bir görevli gelip yardım edebilir miyim demiyor, karşılaştıklarım da selam vermedi, nasılsınız demedi, saygı nerede?" diye dert yanmış.  Alış veriş yaptığım hemen tüm market ve mağazalarda karşılaştığım bütün kasiyer ve satış danışmanlarının " Is everthing going well today/ so far?"  ( Her şey yolunda mı? diye çevirebiliriz ama içinde yardıma ihtiyacınız var mı anlamı da barındırıyor) diye yardım önermeleri çok olağan bir hal ki !  şaşırdım.

Portland sokakları  fiziksel engeli olan insanları düşünülerek dizayn edilmiş. Yaya kaldırımları yaklaşık 1 m2'lik  bloklar halinde beton kalıplarla yapılmış. Yani zemin düz, tekerlekli sandalyelerin ilerlemesine engel olabilecek aralıklar cok az ve kesinlikle engel degil.  Bu en küçük sokaktan en geniş caddeye kadar her yer için geçerli. " Burası kıyıda bir sokak buraya engelli nereden gelecek" dememişler çıkmaz sokaklara kadar her yerde kaldırımlar engellilere göre düzenlenemiş.  Sokakta, Max de, Otobüslerde,AVM lerde sıklıkla  engelli insanlarla karşılaşmamızın nedeni sanirim "sokaklarin engelli" olmamasi.








Dikkatimi çeken başka bir durum da trafiğin yoğun olmadığı, sakin mahalle aralarında çocuklar evlerinin önünde oynarken " dikkat çocuklar oynuyor" yazan tabelaları yollara koyuyorlar. Aşağıdaki fotoğrafı çocukların okulu Orenco Elementary School'a gittiğimiz ilk gün çekmiştim. Çocukları oynayan ailenin fikri zannetmiştim ve bana çok yaratıcı bir fikir gibi gelmişti.


Sonra sürücü ehliyeti almak için " sürücü el kitabına" gözgezdirirken bunun bir zorunluluk olduğunu, kanunla düzenlendiğini anladım. İç geçirdim.... Daha sonra bu tabelalrın AVM lerde satıldığını gördüm.

10 Ağustos 2012 Cuma

EVİM EVİM GÜZEL EVİM:)

Porrtland'a gelmeden önce beni ev,eşya, yerleşme telaşı almıştı. Evet sadece 1 yıl kalacağız ama bu süre içinde normal bir evimiz oması gerekir... Daha gençken, çocuksuzken aklıma gelmeyecek bir sürü ıvır zıvırın aslında ne kadar da büyük bir ihtiyaç olduğunu buraya gelip evimizi yerleştirmeye çalışırken anlayıverdik.

Kemal biz gelmeden önce temel ihtiyaçları almış yerleştirmişti. Kanepe, koltuk, yatak ve TV.
İlk 2 gün yerde TV nin kutusunu sofra yaparak yedik içtik ve çocuklar buna bayıldı  ama bize kesinlikle bir yemek masası lazımdı...

Tabii ki tuttuk İkea'nın yolunu. İkea alışverişi keyifli, seçersin beğenirsin sonra kolileri doldurusun alışveriş arabasına... Bir gün sonra eve getirirler. Biz de öyle yaptık.
Tabiki asıl kıyamet evde koptu...
Kim bu eşyaları monte edecek.
Tabi ki beeen:)

İşte evim evim güzel evim:)



Bu kahvaltıyı ben hazırladım:)
Bu masayı da İkea kutusundan çıkarıp ben birleştirdim, kurdum:)


Bu küçükhanımı da ben darıltım sanırım:) Masanın altına girdi...
 Evet bildiniz Nehir in keyif yaptığı sandeleri de ben....


 Bu sehbayı da ben kurdum.  Köşedeki çalışma masasını da  Ama Tan ın keyif yaptığı kanepeyi Kemal ve iş arkadaşları birlikte  kurmuşlar




 İnanmıyorsanız işte kanıtları....:)


 Lazım olmayınca evde olduğu bile unutulan Tornavida... İkea nın herşeyi hatta tornavidası bile içinde olan paketleri için bilre olmazsa olmazmış meğer....

Başardııııık....



Burası Nehir'in köşesi, hem oyun hem gerçek...



9 Ağustos 2012 Perşembe

TAN- MAÇTA

Çocuklar çabuk alışsınlar, etrafını tanısınlar diye neredeyse hergün bir yerlere gidiyoruz. Geldiğimiz günden bu yana Max yani hafif raylı tren sitemi ile gidilebilen en son duraklardan tutun da oknusa, dağlara, ormanlara gidebileceğimiz her kıyıya köşeye gitmeye çalışıyoruz.


Kuralımız her haftasonu daha önce gitmediğimiz bir yere gitmek. Haftasonlarından birinde Tan, Kemal ile birlikte Portland futbol takımı Timbers'in maçına gitti ve çok eğlendi. Karşı takım Los Angeles Galaxi ve Tan David Becham'ı sahada izledi. Eve yorgun ama mutlu döndü.

Bu haftasonu ise Providence Bridge Pedal etkinliğine katılacağız. Tan ve Kemal bisikletle ben ve Nehir yürüyerek Porland'ı ikiye bölen Villamette nehir üzerinde kurulu 10 köprüden geçeceğiz. eğlenceli olacak.

GEZME-TOZMA VS

Seyahatlere çıkmadan önce öyle uzun uzun hazırlık yapmam. Ablam böyle durumlarda " Sen iki çocukla herkesten önce hazırlanıyorsun" der. Gerçekten de herkesten önce herşeyi tamam şekilde hazır olurum. Sanırım benim çok fazla ayrıntı ile ilgilenmemem yanıma ancak yetecek kadar eşya alıp, mümkün olan en hafif bagajla hareket etmek istemmeden kaynaklanıyor. geçen yıllarda kemal'le New York'a gittiğimizde arkadaşım Şerife sadece sırt çantası ile geldiğime inanamamıştı. Altı üstü 6 gün kaldım 2 kot 3 tişört 1 hırka yetti de arttı bile...

Bu sefer de Portland a gelirken sadece burada bulamayacaklarımı getirdim... Esasında evden, işten, ofisten uzaklaşınca bana bir rehavet çöker. Gündelik rutinlerin hemen hiç birini yapmam. Sanki hayat başka türlü akar. Çocuklar da bana uydu burada hayat oldukça rahat sanki...
Ama geçen gün Nehir " Anne sen sürekli aynı şeyleri giyiyorsun... değiştir artık!" dedi. Ben zaten Nehir kadar "süslü" değilim. Bu da ayrı bir şikayet konusu  ama fotograflara baktım ki Nehir haklı ben iyice dağılmışım ve gerçekten de hep aynı şort aynı tişört.
Dün "hadi" dedim "Nehir bugün sen seç ne giyeyim "
İşte seçtikleri (çocuk ne yapsın seçenek kısıtlı ancak ona göre en "fancy" bunlardı)



10 yaş civarında oğlu olan anneler bilir. Oğulları bu yaşa kadar annelere dünyanın en güzel kadını olduklarını hissettirir. (10 yaştan sonra artık yavaş yavaş onlar da annelerinin dünyanın en güzel kadını olmadığını farketmeye başlarlar:)
Tan benim güneşgözlüğü merakımı anlamsız buluyor, onun için varsa yoksa arabalar, araba modelleri
Beni yeni güneş gözlüğümle çekti ve bana
"Anne bu 'new sunglasses' ile 2012 model Lexus gibi oldun" dedi
Lexus????
Yarış arabasıymış:)

4 Ağustos 2012 Cumartesi

OKYANUS...


28.07.2012 de, yani geçen haftasonu okyanusa gittik. Büyük Okyanus, dünya yüzünde yüzebileceğimiz en büyük su kütlesi...

Cuma akşamı Kemal'in laboratuvardan çalışma arkadaşları ve onların aileleri ile birlikte bir akşam yemeği yedik. Masada 14 kişiydik ve hiç kimsenin anadili İngilizce değildi. Böyle ortamlarda Tan ve Nehir kendilerini daha iyi hissediyorlar mutlaka... Herkesin  anadillerinin başka bir dil olduğunu, İngilizce'yi sonradan öğrendiklerini farketmek, tıpkı benim yıllar önce farkedip rahatladığım gibi onları da rahatlatıyor.

Kemal'in işbirliği yaptığı Hoca Sergio ve onun eşi Maria bize okyanusa mutlaka gitmemiz gerektiğini, havanın herzaman böyle güzel olmayacağını, yine de deniz kıyısının buradan daha soğuk olacağını unutmamamızı ve yanımıza uzun kollu, hırka vs almamızı tavsiye ettiler. İyi ki de etmişler... Deniz kıyısının karadan daha soguk olabileceği aklıma bile gelmezdi:)

Portland' a en yakın kıyı olan Canon Beach'a gittik.

Okyanus tıpkı filmlerde gördüğümüz gibi. Sahil çok kalabalık olur demişlerdi ama onlar bizim Yumurtalık sahilini görmediklerinden olsa gerek... Kumsal uçsuz bucaksız, geniş ve uzun. Okyanus suyuna ayağınızı sokmak için nerdeyse kıyıdan 50-60 metre yürümek, yüzmek içn bir o kadar da sığ suyun içinde yürümek gerekiyor.  O kadar uzun ve geniş kumsal hiç de kalabalık görünmüyor. Hani Sanfrancisco filmerinde sıcak, tıkış tıkış kumsallar görünürya öyle değil, sakin, üç beş kişi orada üç beş kişi burada oturmuş, yayılmış güneşlenmeye çalışıyor, kimileri de yürüyor, koşuyor kumsal boyunca, bizim de yaptığımız gibi.

Hava aslında güzel, bulutlu ama güneş sık sık bulutlardan sıyrılıp ısıtıyor heryeri fakat rüzgar da var.





Ve yanımızda götürdüğümüz uzun kollular çok işe yaradı:)

Ama okyanusda yüzmek o kadar kolay bir şey değil. Kumsal çok geniş yani kara ve deniz arasında ççoook uzun bir mesafe var. Eşyalarını kuru kumlarda bırakayım dersen risk alıyorsun... Eee kontrolsüz bir alan kimlik, araba anahtarı, cüzdan vs kıymetli eşyaları öyle sahipsiz bırakıp gitmek bana çok akıllıca gelmedi. ben sadece ayaklarımı okyanusa değdirdim:)
Nehir girmeyi çok istedi, denedi ama tam olarak giremedi:)

Ama Tan ve Kemal "Pasifik'deyiz hadi mız mız etmeyin, girin" dediler ve atladılar, biz de onları uzakta bir nokta halinde görüntüleyebildik:)

Kemal'in performansı "bravo"yu haketti. Ki aynı Kemal Yumurtalık'ın hamam sıcaklığında suyuna "soguk" diye girmekten kaçınan Kemal...

Bravo Kemal ve Tan






Canon Beach aslında kuşlar için özel bir yermiş. Aşağıdaki fotografta görünen kayanın üzerinde çeşitli deniz kuşları yaşar, göç ederken konaklarmış. O yüzden de bir çok turist göç mevsimlerinde buraya kuşları görmeye gelirlermiş.


Canon Beach tusinami tehlikesi olan bir yer anladığımız kadarıyla. Yollarda Tusinami anında kaçış yolu diye tabelalar, oklar vardı. Çok lezzetli ev yapımı " Fudge" yapan bir dükkandan fudge aldık, tattık ve anladık ki Fudge denilen yiyecek aslında bizim un helvasının farklı çeşitleri....