28 Ekim 2012 Pazar

YAZDAN KALANLAR 2 COLUMBIA RIVER


Yazdan kalanlar deyince Columbia River dan söz etmemek haksızlık olur. Columbia River debisi çok yüksek olan büyük bir nehir. Portland'da Oregon Eyaleti ve Washington Eyaleti arasında doğal sınırı oluşturuyor. Portland'dan Seaatle'a giderken Columbia Nehiri üzerindeki köprünün tam ortasında  "Welcome to Washington" şeklinde eyaletin değiştiğine ilişkin levhalar var.

25 Ağustos 2012 de Columbia River kıyısında bir plaja gittik.
Nehir kıyısında olduğumuza inanmak zordu  bildiğimiz kumsal, su, plaj. Nehirden geçen gemileri görünce yüzdüğümüz suyun nehir olduğuna inanmak daha da zor oldu:)

Columbia River üstünde yelken yapılacak kadar sakin
Bu kadar kocaman gemileri yüzdürebilecek kadar derin





Nehir arkadaşı İsabella ile plajın tadını çıkardı.






                                                                Tan, Kemal, Nehir Kano bile yaptılar .

Kano ile karşı kıyıya yani Washington Eyaletin'ne gitmeye karar verdiler ama ben engel oldum." Kocaman gemilerin geçtiği nehirde bu kadar küçük bir kano ile yakın da olsa karşıya gidilmez" dedim. Tan çok öfkelendi. Bana artık sürekli dediği gibi " Anne sen Türkiye de çocukların niye beceriksiz olduğunu biliyor musun? , ' Çünkü anneleri denemelerine fırsat vermiyorlar' bırak deneyelim" dedi.  haklı galiba değil mi?





Ama sonra can yeleği olmadan gidilemeyeceğine kendisi de karar verdi de rahat ettim:)


Biz güneşin tadını çıkardık. :)


Tan ve Nehir kumun:)



YAZDAN KALANLAR

Portland da yaz bitti. Bir kaç haftadır uzun zamandır görmediğimiz, yaşamadığımız Sonbahar'ı yaşıyoruz. Çocuklar nerdeyse hiç sonbahar yaşamadılar. Malum Adana da yaz birden bire başlar  Nisan sonları Mayıs başları gibi ve Kasım ortalarına kadar sürer. Baharları es geçeriz. Burada gerçekten sonbahar yaşıyoruz, yağmurlar, yaprak dökümleri vs.
Daha sonra uzun yazacağım.
Ama şimdi yazın gidip, görüp, gezip yazmadığımız yerleri yazayım biraz.

Okyanusa gittik daha önce, çok da eğlendik ama okyanus kıyısı uzuuuun, gezilip görülecek çok şey var.

Haftasonlarından birinde

CAPE MAERAS ' a gittik. (Fotograflara bakınca üstünden neredeyse 2 ay geçtiğini anladım. 4 Eylül 2012 de gitmişiz. Doğru  "zaman su gibi akıp geçiyor" Buraya yazarken bile gerisinde kalıyorum. Sözde "günlük" yazıyorum.)
Yine okyanus kıyısında bu sefer bir deniz fenerinin olduğu ve balina gözlemek için gidilen bir yer.


Ama bu arkada görünen balina değil:) Okayanusun ortasında bir kaya
Okyanustan kıyıya doğru su buharı yükseliyor, dalgaların gürültüsü, rüzgarın gücü insanı sersemletiyor.

Hava o kadar rüzgarlıydı ki saçlarımızla baş edemedik Nehir ve Ben. Ayrıca o kadar rüzgarda kemal yine bizi şaşırtıp kısa kollu dolaştı. Bense şort giydiğime bin pişman oldum:)


Okyanus çok etkileyici. Ben açık denizden çok korkarım, Ufku sonsuz olan plajlarda denize giremem. Yani karşıda kara görünmüyorsa deniz benim için nedense korkunç bir su kütlesi haline geliverir. Okyanus o kadar çılgın dalgalarına, sonsuzluğuna rağmen bana korkunç gelmiyor. Çok şaşırıyorum ama beni çok etkiliyor ve huzur veriyor. Burada tanışıp arkadaşlık ettiğim Andrea " tuzlu havanın, tuzun etkisi olduğunu" söylüyor. Bilemiyorum ama gerçekten görkemli görünüyor, etkilenmemek elde değil...

 Yol üstünde patika, yürüyüş parkurları da haritalandırılmış, gitmişken küçük bir yürüyüş de yaptık.












Deniz Fenerleri bana hep hüzünlü gelir. Karanın denize uzandığı en uç noktalarda yalnız... Ama  bu fener oldukça şenlikliydi. O kadar çok dolaşan vardı ki etrafta pek yalnız kalmıyordur sanırım:)

Tan Balina görmek umuduyla uzun süre seyretti okyanusu ama maalesef :(

4 Ekim 2012 Perşembe

İŞTEN ARTMAZ DİŞTEN ARTAR

"İşten artmaz dişten artar" demişler ya bizim atalarımız ne demek istediklerini tam anlamıyla anlamak için sanırım buralarda biraz yaşamak lazım. Hele de bizim gibi sebze-meyve ağırlıklı beslenmeyi tercih edenler için kesinlikle işten artmaz dişten artar. Neyse ki biz buraya artırmaya gelmedik:)

Büyük şehirlerde sabah işe giderken, akşam gelirken caddedeki seyyar satıcıdan 1'er dolara 1elma, 1 muz, 1 şeftali vs almak normal gelebilir ama normal mutfağımız için haftalık alışverişe gidipte elmanın armutun, şeftalinin hatta soğanın tane ile satıldığını görmek garip oluyor gerçekten.

Süt, yumurta, et, peynir vs organikte olsa fiyatlar normal geliyor bana ama meyve sebze anormal pahalı hele de  organik alayım dersen nerdeyse servet ödüyorsun. ama ne yapalım ödüyoruz.

Mesela şu incire bir bakın Allahaşkına bu organik bile değil, bulabildiğim tek incir ve 3,50 USD ödedim. Yaklaşık yarım kilo ve nerdeyse 6,5 TL  Çilek ise 4 USD e hadi bu organik:)




Diğer meyveler organik  de olasalar o kadar parlaklar ve o kadar pürüzsüzler ki belli ki işlemden geçrilmişler bozulmasın, çürümesin vs diye mumlanmış görünüyorlar ve çok pahalılar ortalama  yaklaşık yarım kilo  yani 1 pound meyve  2,99 USD.


Ama aşağıdaki meyve gibi çok orijinal meyveler de bulabiliyoruz ve deniyoruz ama yine küçük servet ödemek sureti ile:)


Bunun orijinal adı "Kiwano" imiş. "Horned melon "diyorlar yani
"boynuzlu kavun"
Tadı kavundan çok salatalık gibi. Tan ın merakını gidermek için bir tanesine 3,99 USD verip aldık:) ama kimse sevmedi:(

Anlaşılacağı gibi burada ciddi bir organik sebze meyve  durumu var. Bu sabah TV de Dr Oz organik olan şeftali ile olmayan şeftaliyi, test ettirdik organikte 2 tane diğerinde 7 tane tarım ilacı bulundu diyordu. Ne kadar izin verilen miktarın altında da olsa özellikle çocuklarınızı organik ürünlerle besleyin dedi. Ama  gel gör ki organik dediğimizde de ilaç kalıntısı var ise neye nasıl nereye kadar güveneceğiz bilemiyorum.

Sebzeler konusuna hiç girmiyorum sadece neredeyse en pahalı sebzenin salatalık olduğuu söyleyeyim. evet komik ama İngiliz salatalığı denilen ve nerdeyse 25- 30 cm kadar uzun salatalık 1,99 ila 2,79 USD. Salatalığa bu kadar para vermek çok can sıkıcı:)

Sonra market raflarına bakıyoruz neredeyse 3/4 ü hazır gıda. Yani pakette, yemeğe hazır şekilde satılan gıdalar. Sanırım burda evde yemek pişirmek demek bu yiyecekleri alıp microwave atıp ısıtmak demek. Ya da ızgaraya atıp bir iki kez çevirmek demek. Bizde de var tabi dondurulmuş gıdalar, konserveler, pişmiş hazır kiloyla alınan zeytinyağlılar, humuslar, Groseri'nin çiğ köfteleri ama bu sözünü ettiğim başka türlü bir durum. O kadar çok ve o kadar çeşitli seçenek var ki eminim yoğun tempoda çalışan kişiler  kolayı varken uzun uzun pişirmeyi bekleyemez. Mesela marketlerin kocaman bir reyonunun sadece konserve çorba ile dolu olduğunu düşünün, altı üstü çorba ama seçenek sonsuz...Ve evet hemen hepsi taze meyve sebze, et sütten daha hem de çok daha ucuz. Mesela 4 kişilik aileye yetecek dondurulmuş bir akşam yemeği 5-6 dolar civarında, 2 porsiyon olabilecek büyüklükte bir çorba 2 dolar, yine 4 kişilik pişmeye hazır şekilde pizza 7-8 dolar civarında.

Bu arada tabi nüfüsun çok büyük oranda obez olduğunu söylemeye gerek yok. Bu kadar kolay ulaşılabilen  ve hızlı tüketilecek yiyecekler daha ekonomik de olunca tercih ediliyordur tabiki. Sebze meyve alınsa da  yıkanmış ayıklanmış şekilde alınıyor dolayısı ile ne kadar tazeler ne kadar doğallar artık bilmiyorum. Ama  güzel olan şey şu herşeyin üstünde içinde ne varsa ne zaman üretilmişse en ince detayına kadar yazıyor, yani artık kişiye kalıyor seçmek beğenmek istemek almak...

Yine de ben obezitele savaşan kişilerden biri  olsam kesinlikle yeterli dengeli beslenmeyi sağlayan yiyeceklere ulaşmayı kolaylaştırma diğerlerine ulaşmayı da zorlaştırma  yönünde bir proje geliştirmeye çalışırdım.

Neyse sonuç olarak biz burda değişik olanı deniyoruz ama evde kesinlikle tencere yameği yapıyoruz. Şu aşağıdaki dolmayı ben yaptım ve buraya özellikle Elif Hanım içi rahat etsin diye  fotorafını koyuyorum. Çünkü her telefonda "çocuklar dolmayı çok severdi ne yapacaklar dolmasız, özlerler" diye üzüldüğünü söylüyor. Ben de onun kadar olmasa da bulabildiğim ve yapabildiğim kadarıyla özlemlerini gideriyorum:) Biliyorum bu nasıl biber böyle diyecek Elif Hanım ama napalım bu kadar küçüğünü bulabildiğimize şükrediyoruz.



2 Ekim 2012 Salı

EĞİTİM - ÖĞRETİM

Biz de yerleşik bir kanı vardır ya.. ABD de ilköğretim hafiftir, çok kolaydır, çocuklara renkleri bile 1. sınıfta öğretirler vs...
Doğruluk payı var mı? Renkleri 1. sınıfta öğretmiyorlar ama  evet doğru galiba...
Peki bu yanlış bir durum mu? Hiç sanmıyorum!!!

Orenco nun şöyle bir anlayışı var.
Okulda yapılan her iş, her ders, her oyun, her davranış için 4 tane özellik gözetilerek değerlendirme yapılıyor.

1. Be safe
2. Be respectful
3. Be responsible
4. Have fun

Yani bütün davranışlar 

Güvenli
Saygılı
Sorumlu
Eğlenceli

olmalı..

Tan dan öğrendiğime göre , okulun ilk açıldığı hafta her öğlen tenefüsünde çocukları bahçede otutturup  yukardaki özelliklere göre nasıl davranacaklarını  hergün farklı ve eğlenceli şekilde çocuklara anlatmışlar.  Nehir hiç İngilizce bilmiyordu ama mesela okul bahçesinin sınırları dışına çıkmaması gerektiğini anlamış, monkey bar da oynarken güvenli hareket etmesi gerektiğini, kimseye çarpmaması gerektiğini, koşmak isterse sadece çimlerde koşması gerektiğini, beton zeminlerde asla koşmaması gerektiğini anlamış...

Bizi aile olarak tanıyanlar bilir, bizim için en önemli şey " güvenlik". Okulun dikkat ettiği ilk şey güvelik olunca derin bir nefes aldık. Mesela çocuklar okulun koridorlarında ne kadar hızla koşarsa koşsunlar kayıp düşmeleri mümkün değil, kaymayan bir malzeme ile kaplanmış.

Çocuklar içinse   " have fun" yani "eğlenmek" o kadar motive edici oluyor ki... Çocuk ne yaparsa yapsın eğleneceğini düşünüyor. Tabi bizim çocuklar için ayrıca şaşırtıcı bir durum çünkü okulda eğlenmek diye bir kavram yok akıllarında. Aslında daha önceki okullarında   eğlendiler de ama sanırım "eğlemek" tek başına bir amaç olarak konulmadı hiç önlerine...

Bizim çocuklar okuldan eve geliyorlar ve
"Anne keşke gelmeseydik, biraz daha kalsaydık, daha akşam olmamış" diyorlar.
Kulaklarıma inanamıyorum. Çocuklar okulda eğleniyor ve eve mümkün olduğu kadar geç gelmek istiyorlar.

Nehir, daha 1. sınıfta, elleri parmakları yazmaktan, alıştırma yapmaktan yorulmuyor, sayfalarca eee, sss, mmm yazmıyor. Ama okulda ne öğretilmişse öğreniyor. Biliyorum çünkü her Perşembe okuma dersinde sınıflarına gidip öğretmenlerine yardım ediyorum.

İlk gittiğimde " Aman Allah'ım bu kargaşada Nehir nasıl okuma yazma öğrenecek?" dedim kendi kendime. Sınıfın kapısı açık, çocuklar tek tek sıralara değil de masalarda oturuyorlar ve sınıfta 6 tane masa var. Toplam32 öğrenci...

1 sınıf öğretmeni Mrs Cole var bir de yardımcı öğretmenler var, onlar sadece okuma derslerinde sınıfa katılıyorlarmış. 3 masada birer tane öğretmen oturup masadaki 6 şar çocuğa okuma yazma öğretiyorlar. Diğer 3 masadaki çocuklar bu arada kendilerine verilen okuma sayfalarını okumaya çalışıyorlar. Biz gönüllü anneler de onların sessiz kalmalarını ve okumalarını sağlamaya çalışıyoruz. 20 dakika sonra çocuklar masaları değiştiriyorlar. yani öğretmenler küçük gruplar şeklinde okuma yazma öğretiyor. Tahta başına geçip bütün sınıfa birden öğretmiyorlar.

Tahtaya baktım, dopdolu ama yazı ile değil, bir yerine hafta boyunca çalıştıkları kelimeler yazılmış, bir köşesine o gün çalışacakları kitabın sayfa numaraları  yazılmış, bir yerine bir resim asılmış, sınıfın herköşesi başka bir alet edevatla dolu, sanki ortalık karman çorman...

Yalnız ilginç olan  ortalık çok karışık görünüyor ama hiç gürültü yok. Çocuklar kendilerine ne denirse onu yapıyorlar işi biten gidip herhangi bir köşedeki oyuncakla oynuyor ama yüksek ses yok. Oyuncak mesela şöyle bir şey: sınıfın bir köşesine metal bir sandık koyulmuş içi mıknatıslı harflerle dolu, dışına da bir harfi eksik bırakılmış 3 harfli kelimeler yazılmış, çocuklara git orda bu kelimeleri çalış denmiyor ama  gidip otomotik olarak o gün çalıştıkları kelimeleri mıknatıslı harflerle yazmaya çalışıyor, eksik harfleri tamamlamaya çalışıyorlar.

Çocuklara günlük ödev veriliyor,  hepsi Pazartesi günü bir dosyaya konulup Cuma ya kadar tamamlanmak ve tekrar edilmek üzere eve gönderiliyor. Günlük ödev yapma süresi dosyada 20 dakika yazıyor ama Ms Cole "Ben olsam 15 dakikadan fazla ödev yaptırmam çocuğuma, 15 dakika yeter" diyor.
Yani sayfalarca eeee, sayfalarca mmm, sayfalarca ssssss yazmak yok. Zaten yazı yazmak da yok, şimdilik hiç "yazın, yaz" demiyor, sadece "kopyala" diyorlar. Yani çocuk kelime yazıyor, cümle yazıyor ama yazı yazmıyor henüz, gördüğünü kopyalıyor.

İlk günler " Yahu bu çocuk harfleri doğru yazmayı nasıl öğrenecek böyle" diye kaygılanmaktan kendimi alamadım ama şimdi bakıyorum mesela "m", "s" , "e" harflerini nasıl yazacağını öğrenmiş Nehir.

Ben her zaman olduğu gibi kaygılanmaktan kendimi alamıyorum. "Bu çocuk okuma yazma öğreniyor ama İngilizce bilmediği için ne yazdığını, ne okuduğunu henüz bilemiyor ne olacak" diye kendi kendimi yer bitiriken Kemal "Öğretmenler, ESL öğretmenleri 'Biz yabancı öğrenciye alışığız, onlara hem dersleri hem de İngilizceyi öğretme konusunda deneyimliyiz, öğrenecekler, ve biz de onlara yardım edeceğiz merak etmeyin' diyorlar, biz de çocuklarımıza destek olacağız, sakin ol" diyor.

Tan ise her gün 20 dakika okumak ve okuduğunu kayıt etmek ve de günlük verilen en fazla 4 matematik 2 fen sorusunu cevaplamaktan oluşan ödevi görünce çok şaşırıyor... Bu böyle devam edecek mi diye sorup duruyor biz de "Oğlum seneye burda olmayacağız, sen yine de çok rahata alışma" diyoruz ama sanırım döndüğümüzde epeyce zorlanacağız hep beraber...

Bana herşey çok yavaş ilerliyor gibi gelse de   Karadenizli genlerimi hatırlayıp gülümsüyorum. Tezcanlı olmak her zaman işe yaramıyor:)