30 Temmuz 2012 Pazartesi

ALOHA

Aloha... Yok Havai de değiliz. Kimse bizi Aloha diye karşılamadı. Biz Aloha dayız. yaşadığımız yerin adı Aloha. Nehir'e  kulak verirsek Aloha Köyü. Aslında köy diyebiliriz gerçekten de, küçük bir yer. Portland merkeze Max'la 30 dakika uzakta. Etraf Karadeniz köyleriyle yarışacak kadar yeşil yemyeşil. Çocukların gördükleri en yeşil yer bizim köyümüz "Yumrutaş". Nehir buraya Aloha Köyü demekte haklı. Etrafta fındık ağaçları bile var. Amerika'ya gideceğim derken kendini Yumrutaş gibi bir yerde buldu:)
Gelişimizin hemen ertesi günü çocuklar gidecekleri okulu merak ettiler. Biz de hem okul yöneticileri ile görüşelim, kayıtları yaptıralım hem de çocuklar okulu görsün diye hep birlikte okula gittik. Çok güzel bir seçim yaptığımızı anladık. Bahçesi harika, uçsuz bucaksız denebilecek kadar büyük. Sakin, gürültü ve trafikten uzak ve evimize  araba ile sadece 3 dakika, Max'le 1 durak uzaklıkta. O gün hep birlikte yattık yuvarlandık çimenlerde. Çocuklar koşturdu. Okulun bahçesinde doğal bitki örtüsü ve habitatı çocuklara göstererek öğretmek için düzenlenmiş bahçeler var. Düzenlenmiş diyorum ama aslında öyle kendi halinde bırakılmış bahçeler. Erik ağaçları var kenarlarda, erik topladık, yedik... Kemal  ve ben  çocukların ilk izlenimlerinin olumlu olmasına sevindik...




Burada her yer uzun, sonsuz çimenliklerle dolu. Özenmemek elde değil. Adana da herhalde Aloha dan çok daha düz bir alana kuruludur. Bu küçücük Aloha da olan kocaman parklar Adana da yok. Parklar gerçekten park. İnsanlar gelsin dinlensin diye yapılmış herhalde. Etrafta ticari hiç ama hiç bir şey yok. Seyyar satıcı yok, baloncu, pamuk şekerci, dondurmacı, köşede bir büfe vs hiç bir şey yok. Yanında getirdin getirdin getirmediysen yok, susuz kalabilirsin. Ben çocuklara " buralarda bakkal çakkal da yoktur, suyunuzu yanınıza alın" diyorum ve bana çok gülüyorlar. Nehir "Anne çakkal ne?" diye soruyor. Tan Nehir'in bu sorusuna daha da çok gülüyor... "Çakkal diye bir şey yok Nehir ....."







Ama sokaklarda, caddelerde su içebeileceğin çeşmeler de yok değil...


Ulaşımı ilkgünler hafif raylı sitem olan Max'i kullanarak sağlıyoruz. Evimize çok yakın bir durak var. Nehir duraktaki dayanmak için yapılan barlara tırmanmaktan çok keyif alıyor. Tan da boyunun  Nehir kadar olmamasına üzülüyor :)....







Gezmek için kullanınca harika ama özellikle market alışverişleri giderek zorlaşıyor.  İşin en ilginç tarafı burada insanlar asla ağır bir şey taşımıyor. Elinde 2 market poşeti taşıyorsan kendini en ağır yükü taşıyormuşsun gibi hissediyorsun çünkü kimsenin elinde poşet ya da başka bir ağırlık yok. Sırt çantaları ya da tekerlekli çantalar, taşıyıcılar  kullanıyorlar. Dolayısı ile biz yani Kemal ve ben her marketten dönerken birbirimize " şimdi bizi Adana'dan birileri görse  'bunların zoru ne, taa buralara yük taşımaya mı gelmişler' derler" diyerek gülümsüyoruz. Neyse ki bu durum sonsuza kadar sürmeyecek araba almak için uğraşıyoruz.






29 Temmuz 2012 Pazar

ATATÜRK HAVALİMANI- AMSTERDAM

2 Temmuz 2012  saat sabahın 04:30 unda biz Atatürk Havalimanındayız. KML kontuarlarına  gittik ....Uzuuuun bir sıra. Check-in sırası. Evet online check-in yaptık ama bagajlarımızı bırakmamız gerekiyor. Öğrendik ki elektronik check-in sistemleri bozulmuş ve manuel check-in yapıyorlar. Uçağın 1 saat rötar yapacağı açıklandı. Tan'a "Oğlum sanırım Amsterdam da kalma dileğin gerçekleşecek" dedim. 1 saat rötarla Delta'nın Portland uçağını yaklammamız mümkün görünmüyordu.  Uzun bir bekleyişten sonra uçağa bindik.Manuel check in yapıldı ya uçak sanki otobüs :) "Herkes bulduğu yere otursun." dediler. Oturduk ama kısa süre sonra bir hanım geldi ısrarla "Burası benim yerim, kalkın" diye tutturdu. Başka boş 3 kişilik sıra olmadığını, çocuklarımdan ayrı oturamayacağımı anlatmaya çalıştım ama yok... kızım ya da oğlum benden ayrı otursun ama o yeter ki cam kenarındaki yerine otursun istiyor. Neyse yolcularla tartışmamak gerektiğini çook önce öğrenmiştim. Gidip hosteslere derdini anlatmasını bekledim, kalkmadım. Hosteslerden de benim verdiğim cevabı aldı ve başka bir yere oturdu. Bu tatsız başlangıca rağmen yolculuğumuz harika geçti. Ve beklediğim gibi inişten hemen önce Portland uçuşuna yetişemeyeceğimiz, iner inmez yer hizmetleri ile iletişim kurmamız gerektiği anons edildi. Bu durumda yapabileceğim en güzel şey indiğimizde çoook lazım olacağı için  "Thanks Got, I can speak English" diye düşünüp arkama yaslanmaktı , öyle yaptım.:)

Amsterdam Schiphol deyiz, saate baktım  ABD uçağının kalkış için daha vakti var. Information tablosuna baktım daha kapılar kapanmamış, hadi dedim çocuklara "koşun belki yakalarız:)" Koştuk, oğulcum çok merak ettiği Schiphol' ü film şeridi gibi görebildi ... ama kapıya geldik bize gülümsediler.. " Are you crayz, this is USA fligth" Yani "bu ABD uçuşu, güvenlik had safhada eğer size İst. Amsterdam uçağında ABD ye uçamayacağınız söylenmişse iş bitmiştir, buradasınız" demek istediler. Biz de yer hizmetlerinin yolunu tuttuk...

Uzun süre sıra bekledik.  Nehir ve ben sıra beklerken Tan Schiphol'ün altını üstüne getirdi. Küçük bir havalanı ama aklıma ablamın "Sen çocuklara fazla güveniyorsun, çocukları alır kaçarlar, gözden uzaklaşmasınlar dikkat et" dediği geliyor :), biraz uzun süre görünmeyince huzursuz oluyorum.   Sonra bizimle ilgilenen yer hizmeti görevlisi  2 çocukla olduğumu ve ertesi sabah uçağına kadar amsterdam da kalmak zırunda olduğumuz bize nefis bir otel ayarladığını söyledi. Ve biz  havaalanına 30 Km uzakta nefis bir parkın içinde Marriot Courtyard Otelinde konaklamak üzere yola çıktık.
Böyle üstünden zaman geçince kolayca yazıveriyorum ama aslında bizi otele götürecek serviz otobüsüne binene kadar yapılması gerekenleri düşününce bir kez daha İngilizce bildiğime şükrediyorum.

Kaldığımız otel güzeldi ama içinde bulunduğu parkı nasıl anlatmak lazım bilemiyorum. Kısaca Havaalanındaki yer görevlisinin" güzel bir otel" derken  ne demek istediğini ancak görünce anladık diyebilirim . Çok güzeldi. Çok geniş bir alana yayılmış içinde, birden çok restaurant, birden çok çocuk oyun alanı, geniş piknik alanları vardı, . Etrafta uzun, yeşil sık ağaçlar var ve binalar en fazla 3 katlı dolayısı ile otel ve restaurantı ancak  kapısına kadar gittiğinizde görebiliyorsunuz. Çocuklarla akşam üstü otelin arkasında parka doğru yürüyelim dedik, piknik alanına çıktığımızda yürümekle bitiremeyeceğimiz kadar büyük bir parkın içinde olduğumuz farkettik. Yurtdışında en çok  işte bu uçsuz bucaksız, ticari hiç bir şeyin girmediği parklara özeniyorum.  Orada bulunduğumuzda günlerden Pazar dı. İnsanlar çolukçocuk piknik yapıyorlardı. Çocuk oyun alanlarındaki ince düşünülmüş kaydıraklar , atlama tahtakarı denge aletlerinin dizaynlarına, eklerine  hayran kaldım. Maalesef çektiğimiz fotografları bulamıyoruz, muhtemelen  Ipod la oynarken silindi. Şöyle bir ayrıntıyı gözümüzde canlandırmaya çalışırsak

Mesela parkın içinde yapay olabileceğini düşündüğüm bir gölet var. Göletin hemen kıyısına tahtadan mangal gibi diyebileceğimiz bir alet yapmışlar. yerden 50-60 cm kadar yüksek 20 cm kadar geniş ve belki 70-90 cm uzunluğunda. Tabanı delikli. Çocuklar göletten kovaları ile su alıp bu alete döküyorlar, amaç göletin sularında sanki altın arıyormuş gibi bir şeyler aramak:) Gördüğüm kadarı ile oradaki çocuklar soğuğa rağmen bu işi yaparken çook eğleniyorlardı.

Mesela kum havuzuna monte edilmiş hepimizin bildiği kaydırak merdivelerine küçük huni gibi ayrıntılar koymuşlar. Çocuklar kumları oraya buraya , birbirlerinin gözüne:) savurmak yerine merdiveden çıkıp hunilerden boşaltıyorlar, kumun küçük kanallardan aşağıya ulaşmasını seyrediyorlar ve buna bayılıyorlardı.

Benim çocuklarımda bu güzel parkta oynamaktan çok keyif aldılar. Ama benim için en keyiflisi,  akşam duştann çıktıktan sonra çocuklarımın  benim için hazırladığı kahveyi yudumladığım andı:)

YOLDA

Uzun ABD uçuşundan önce Istanbul'da 1 gün konakladık.  Benim için dünya bir yana İstanbul bir yana. Gençliğimin en güzel yıllarını, günlerini yaşadığım, hayatımın akışını değiştiren biricik şehir. Şimdilerde arada bir gidip hasret giderdiğim...



Hem ablacığım, yeğenlerim ve Orhan Abimle vakit geçirdik hem de çocuklar her gittiimizde uğradığımız Koç Müzesi'ni gezdiler yine. Haliç'in artık kokmayan ama rengi hala koyu:) sularında kısa bir sandal gezintisi yaptık. Ertesi sabah çok erken uçakta olacağımızdan erkenden eve döndük.. Herkes heyecanlı... İlk durak KML ile Amsterdam.. oradan Delta ile Portland. Tan ısrarla "Anne ne olur Amsterdam'da kalalım, hemen gitmeyelim, biraz gezelim" diyor. henüz bu dileğinin gerçek olacağını bilmiyoruz...:)

GELMEDEN ÖNCE

ABD 'ye gelmeden önce sevgili arkadaşlarım Figen, Gül, Nuray, Reyhan, Zeynep ile birlikte akşam yemeğine gittik. Yemekte, nasılsa internet aracılığıyla görüşeceğimizi konuşurker Figen , "Blog yazsana, seni daha yakından takip ederiz" deyiverdi. Ben de diğer rakadaşlar gibi bunun harika bir fikir olacağını düşündüm ve işte başladım.... Teşekkürler Figenciğim...

26 Temmuz 2012 Perşembe

BAŞLANGIÇ

Oğlumuz Tan 3 yaşına girdiğinden bu yana bahçeli bir evde oturuyoruz. Bahçemizde meyve ağaçları, çiçekler, böcekler olduğu gibi terastan  sümüklüböcek de eksik olmaz :) Gel gör ki Tan ve kızımız Nehir bizim çocukken "Horoz mu tavuk mu ?" diye sorduktan sonra var gücümüzle üflediğimiz ve adını maalesef bilmediğimi şimdi farkettiğim kuru ot ile burada ABD Portland Aloha da tanıştılar. Ben çocukluk anımı anlattığımda onlar da bizim gibi "Horoz mu tavuk mu ?" diye sorup var güçleriyle üflediler kuru otu. Uçuşup giden tüylerinin ardından baktılar neşe ile ...
Çocuklarımızın  ABD de, 1 yılda yaşayacakları  deneyimleri esintiye kapılıp giden  kuru otlar gibi zamanla silinip gitmesinler, hem onların hafızalarına yardımcı olsun, anılarımızı saklasın hem de bizden haber almak isteyen sevdiklerimize kolayca ulaşalım diye yazıyorum bu blogu.